Yaz mevsimiyle birlikte Türkiye’nin pek çok bölgesinde alışık hale gelmiş yangın haberleri yeniden gündemimizi meşgul etmeye başladı. Geçtiğimiz haftalarda Sakarya’nın Taraklı ilçesinde başlayan ve kısa sürede geniş bir ormanlık alanı etkisi altına alan yangın, sadece bir doğa felaketi değil, aynı zamanda hukuki ve yönetsel bir sorun olarak da karşımıza çıktı. Taraklı’daki yangının biçerdöverden kaynaklandığı tespit edildi ve üç kişi hakkında adli işlem başlatıldı. Aynı dönemde İzmir’in Ödemiş, Çeşme ve Buca ilçelerinde meydana gelen yangınlarda ise ne yazık ki iki vatandaşımız hayatını kaybetti; yüzlerce kişi tahliye edilmek zorunda kaldı.
Bu yangınlar artık sıradan doğa olayları olarak değerlendirilemez. Her biri, yalnızca ormanı değil; hukuku, kamu düzenini ve temel insan haklarını da ilgilendiren geniş kapsamlı vakalardır. Bu nedenle meseleye sadece çevresel bir felaket olarak değil, hukuki bir olay olarak yaklaşmak zorundayız.
Türkiye’de ormanların korunmasına dair temel yasal düzenleme 6831 sayılı Orman Kanunu’dur. Bu kanuna göre, devlet ormanlarını kasten yakan kişilere müebbet hapis cezası verilir. Ormanı yakma fiili eğer örgütlü şekilde işlenmişse ya da yangın sonucunda insanların hayatı tehlikeye atılmışsa ceza ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına kadar çıkabilmektedir. Öte yandan, taksirle yani ihmal sonucu orman yangınına sebebiyet verenler hakkında iki yıldan yedi yıla kadar hapis cezası ve adli para cezası uygulanması öngörülmektedir. Bu cezai hükümler Türk Ceza Kanunu’nun 170. ve 171. maddeleriyle birlikte değerlendirilerek uygulanmaktadır.
Ancak hukukun sadece kağıt üzerindeki varlığı yeterli değildir. Bu hükümlerin caydırıcı olabilmesi, ancak etkin ve kararlı bir şekilde uygulanmalarıyla mümkündür. Ne yazık ki birçok yangın vakasında ya faili tespit edilememekte ya da adli süreçler yıllarca sürmektedir. Bu da kamuoyunun adalete olan güvenini zedelemekte ve suç işleme eğiliminde olan kişiler için cesaret verici bir ortam doğurmaktadır. Taraklı’daki olayda şüpheliler hakkında soruşturma başlatılmış olması olumlu bir gelişme olmakla birlikte, bu sürecin hızlı ve şeffaf bir şekilde yürütülmesi, benzer olayların önüne geçilmesi açısından hayati önem taşımaktadır.
Orman yangınlarının yalnızca ceza hukuku değil, idare hukuku ve tazminat hukuku açısından da sonuçları vardır. Kamu idareleri, yangın riskine karşı gerekli önlemleri almakla yükümlüdür. Bu kapsamda ormanlık alanlarda yangına karşı risk analizlerinin yapılması, erken uyarı sistemlerinin kurulması ve orman köylerinde yaşayan vatandaşların bilinçlendirilmesi gibi önleyici tedbirlerin etkin şekilde uygulanması gerekir. Eğer idarenin açık bir ihmali sonucu yangın meydana gelmişse, zarar gören yurttaşların tam yargı davası açma hakkı da doğar. Aynı şekilde, yangına doğrudan sebep olan kişiler hakkında da maddi ve manevi tazminat talepli hukuk davaları açılması mümkündür. Bir kişinin ihmaliyle yüzlerce dönüm orman, tarla ve evin zarar görmesi durumunda yalnızca cezai yaptırım değil, özel hukuk sorumluluğu da devreye girmelidir.
İzmir’deki yangınlarda can kaybı yaşanmış olması bu olayların aynı zamanda yaşam hakkını ilgilendiren bir boyut taşıdığını da göstermektedir. Anayasa’nın 56. maddesi her vatandaşın sağlıklı bir çevrede yaşama hakkını güvence altına alır. Bu hüküm, devlete çevreyi koruma yükümlülüğü yüklerken, bireylere de çevreye zarar vermeme sorumluluğu getirir. Bu çerçevede orman yangınları sadece çevre kirliliği değil; insan hakları ihlali niteliği de taşımaktadır.
Tüm bu hukuki düzenlemelere ve anayasal güvenceye rağmen, yangınların önüne geçilememesi düşündürücüdür. Sadece ceza vermek yeterli değildir. Önleyici sistemlerin kurulması, denetim mekanizmalarının işler hale getirilmesi ve en önemlisi de toplumsal bilinç oluşturulması gerekir. Elektrik hatlarının bakımından, tarım araçlarının denetimine; orman içinde yapılan yapılaşmalardan ormana giriş yasağının etkinliğine kadar birçok noktada ciddi eksiklikler olduğu açıktır. Bu eksiklikler, sorumluluğu yalnızca bireylerde değil, kamu otoritelerinde de aramamızı gerektirir.
Orman yangınlarıyla mücadelede en az su kadar önemli bir unsur da adalettir. Yanan bir ağaç, sadece doğanın değil; aynı zamanda hukukun da ihmale uğradığını gösterir. Her yangın, sadece bir çevre felaketi değil, aynı zamanda bir hukuk krizidir. Bu krizlerle başa çıkmanın tek yolu, yasaların uygulanması, idarenin sorumluluk alması ve toplumun bilinçlenmesidir.
Unutmayalım ki, doğayı korumak sadece çevrecilerin değil; hukukçuların, yöneticilerin, çiftçilerin, öğretmenlerin, yani herkesin ortak sorumluluğudur. Bu sorumluluğu bugünden yerine getirmezsek, yarın elimizde ne orman kalacak, ne de adaletin gölgesinde soluklanacak bir yer.