USD 34,80
EUR 36,78
ALTIN 2.962,99
BIST100 10.081

MUHACİR

Haşim Karaman

Haşim Karaman

14 Ağustos 2022 | 14:25

Erzurum muhaciriydi (göçmen).

Öyle isimlendirirdi herkes; “Muhacir”

Çok az kişi bilirdi isminin “Haydar” olduğunu,

Ailesi, 93 Harbi’nde (1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı) Rus zulmünden kaçıp Malatya’ya sığınmıştı.

Göç, sanki bu coğrafyanın kaderiydi ve tarih boyunca milyonların yaşadığı kaderi O da yaşamıştı.

Erzurum’dan bilmedikleri, tanımadıkları bu topraklara gelip yerleşmiş, rızıklarını burada aramaya başlamışlardı.

Kendilerine göre bir düzen kurmuşlardı.

Hayal meyal hatırlarım eşeği ile birlikte mahalle mahalle gezerek Öllük (Daha bebek bezlerinin olmadığı dönemlerde ısıtılıp bebeğin altına konulan hafif yeşilimsi elenmiş killi toprak) satardı.

Taa ki, eşeğini kaybedene kadar.

Aza kanaat ediyor, komşularının da yardımıyla iyi-kötü geçiniyordu.

Kimseden hiçbir şey istemiyor, biri bir şey verdiğinde ise utana sıkıla zoraki kabul ediyordu.

Yaşını kendisi de bilmiyordu.

“Rus harbi sırasında 10 yaşındaydım oğul” derdi.

Tahminimize göre yaşı 100’ün üzerinde idi o zamanlar.

Minyondu. Yaşlılık belini bükmüştü ama yaşına rağmen yine de dinç sayılırdı hâlâ…

Yaşadığı sıkıntılar yüzünde izler oluşturmuştu ve bu izlere bakarak hayatının ne kadar zor geçtiği tahmin etmek zor değildi.

Sohbet ederdik ara sıra…

Göç sırasında yaşanan dramları, kendi canını kurtarmak için bebelerini atan ya da giysilerini bebelerin üstüne örttükleri için soğukta donarak ölen anneleri anlatırdı.

Coğrafyamızı, coğrafyamızın o kahrolası kaderini anlatırdı yani.

Anlatırken gözleri yaşarır, sesi titrer ve bize hissettirmeden gözyaşlarını silmeye çalışırdı.

Bazen gizleyemez, o zaman ben silerdim gözyaşlarını işi şakaya boğarak...

Her gün yaz-kış istisnasız, öğlen vakti (o aralar boş kaldıkça gidip çalışıp okul harçlığını çıkardığım) Rauf Amca’nın mobilya atölyesine gelir, atölyenin hemen yanı başındaki Cami’den yükselecek ezan sesini beklerdi.

Öğlen Namazından sonra da ikindiye kadar yine mobilya atölyesinin önüne atılan bir sandalyede ikindi vaktini beklerdi.

İşte bu arada çayını çoğu kez kendi ellerimle götürür o arada da koyu bir sohbete dalardık.

Daha doğrusu ben sorardım; o da bıkıp usanmadan cevaplardı. Torunu yerine koyduğundan olsa gerek mahrem konularını bile benden esirgemezdi.

Hiç şikayet etmezdi. Sadece bazen “Oğul, neden bizi 'muhacir" diyerek, aşağılayarak çağırıyorlar. Bizim bir adımız yok mu? Ben burada evlendim, burada çoluk çocuk sahibi oldum. Allah izin verirse burada öleceğim, bu topraklara gömüleceğim. Küçükken okulda, mahallede çocuklarımı ve torunlarımı bile 'Muhacir' diye çağırıyorlardı. Erzurum’da bu vatan toprağı değil mi? Hem gözümün nuru peygamberimiz de muhacir değil mi?" derdi

Zaman zaman gözlerinin yaşardığını görür ve sorardım “Ne oldu yine Haydar Baba?”

“Ne olsun oğlum?” derdi.

“Allah bana çocuklarımın, eşimin, hatta torunlarımın bile ölümünü gösterdi. Ben ne gibi bir ağır suç işledim de Rabbim bütün bu sevdiklerimin acısını bana gösterdi?” der.

Sonra ses tonunu düşürür sanki başkalarının duyduğundan korkarmış gibi adeta fısıltıyla “Neden daha emanetini almıyor ki?” derdi.

Ama hemen, isyanın, nisyanın günah olduğunu hatırlar, tövbe eder; derinden iç çekerek “vardır bir bildiği elbette” derdi.

Kaybettiklerini özlerdi.

Hem de çok…

En çok da yalnız kaldığında özlerdi 60 yıl aynı yastığa baş koyduğu eşini, genç yaşta bir trafik kazasında kaybettiği kamyon şoförü oğlunu ve bakımsızlıktan, gıdasızlıktan ölen torununu…

Ama her şeye rağmen hâlâ şükrediyordu ve hâla bedenen dinçti...

Sabah namazı da dahil olmak üzere tüm vakit namazlarında kimsenin yardımı olmaksızın camiye gidip geliyordu.

Bu yüzden O, hiç ölmeyecek, hep başımızda kalacak sanıyordum.

Ancak, tabiatın yeni yeni canlandığı bir bahar günü onun bu alemden ayrılıp, ebedi yurduna hicret ettiği haberini aldım.

Önce inanamadım küçük bir şok yaşadım.

Bu çileli hayattan kurtulduğuna sevinsem mi yoksa kaybına üzülsem mi bilemedim.

Üzülüyordum, çünkü çok sevdiğim dedemi kaybetmiştim.

Ama diğer taraftan kırık bir mutluluk da yaşıyordum.

Çünkü O, çileli hayatını, dünya sürgününü tamamlamış, sevdiklerine kavuşmuştu.

Dünyadaki hicreti bitmiş, asıl yurduna dönmüştü.

O, artık Muhacir değildi. Olmak istediği yere dönmüştü “inna lillahi ve inna ileyhi raciun” diyerek…

Aradan geçen bunca zamana rağmen garipliğini, yoksunluğunu, yoksulluğunu hatırladığımda bir sızı oturur içime…

Ama sonra cennette eşiyle, o çok sevdiği oğluyla ve torunlarıyla mutlu mesut anları gönlüme/hayalime düşer.

Ve o zaman yüzümü hüzünlü bir gülümseme kaplar.

Mekânı cennet olsun!

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Tüm Yazılar